Hayatımın En Güzel Hediyesi

Prof. Dr. Gökhan Akbulut
29 Oct 2014
Hayatımın En Güzel Hediyesi
Öykü

Seksenli yılların sonuydu. Tıp Fakültesinde okuyan bir gruptuk. Heyecanlı, dünyanın değişebileceğine ve bunu sadece bizim yapabileceğimize inanıyorduk. Etrafımızda gördüğümüz her şey yanlıştı. Her konuda tartışıyorduk. Birbirimizle çatışsakta, her konuda fikrimiz vardı ve kendi fikrimiz en doğrusuydu. Bazen sabahlara kadar tartışıyorduk. Sonunda demagoji yapmakta biraz daha uzmanlaşmış hatipler olarak mutlu ve yorgun uykuya dalıyorduk.
Önümüzde uzanan gelecek parlak ve heyecan vericiydi. Tamamen aptalca, eksik ve yanlış bulduğumuz dünyayı daha güzel bir yer yapacaktık. Sabırsızlanıyorduk.
Oscar Wilde’ın dediği gibi “ Gençler Herşeyi Bilir…”
O günlerde UNICEF’in beslenme ile ilgili bir projesi, üniversiteyi okuduğumuz kentte yürütülüyordu. Kentin kenar mahallelerinden birinde, sağlık ocağında iki hekim projeyi yürütüyor, Üniversite’nin Halk Sağlığı Kürsüsü destek veriyordu. Hekimlerden bir tanesi 12 Eylül döneminde sakıncalılar listesine alınmıştı ve ömür boyu uzmanlık eğitimi alması yasaktı. Diğer hekiminde sicili benzer şekilde bozuktu. Bölgede beslenme konusunda kadınları eğitiyorlardı. Ayrıca bir çeşit kurs ve kredi programı vardı. Kırk’a yakın el sanatları ve meslek edindirme kursu vardı. Örneğin, halıcılık ile ilgili bir kursu tamamladıktan sonra, halı tezgahlarından birini size bir yıllığına veriyorlardı. İlk halı için gerekli iplikleri ve malzemeleri ücretsiz olarak veriyorlar, halıyı satmanıza yardım ediyorlardı, ardından ikinci malzemeyi kursiyer alıyordu, halı tezgahını yeterli verimlilikte kullanmayan aileden tezgahı alıyorlar başka bir aileye veriyorlardı. Bütün bu işler UNICEF üzerinden finanse ediliyordu.
Bu iki hekim, yıllardır halkın eğitimi konularında çalışıyorlardı. İshal ve zatürrenin değil, fakirliğin yani açlığın, çocukları öldürdüğünü farketmişlerdi. Daha da ilginç olanı ise direk para verildiğinde, eğer para babaya verilirse içki, sigara vs.’e harcanıyor, anneye verilirse çocukların yiyeceğine, eğitime harcanıyordu. Dolayısıyla kadınların az da olsa para kazanması, çocukların iyi beslenmesine, güçlenmesine ve daha sağlıklı olmasına neden oluyordu. Kadınların meslek edinmelerine küçük de olsa para kazanmalarına uğraşan iki sağlık ocağı hekimi, dışarıdan göründüğü kadar garip değildi.
Biz o bölgede gönüllü çalışmak istediğimizi söylediğimizde kabul ettiler. Bölge halkı da zaten sürekli UNICEF’den gözlemciler, üniversiteden öğrenci ve hekim görmeye alışıktı. Sağlık ocağını seviyor ve güveniyorlardı. Biz de TTB-TÖK adını alıp sonra gene eski adına dönecek olan Türk MSIC’de (Turkish Medical Student International Committee) çalışıyorduk. Aslında yurt dışına öğrenci gönderiyor, dışarıdan öğrenci kabul ediyorduk. Bir uluslararası değişim programı ile 150 ülkeyle anlaşma yapmıştık. Antalya dünyaca ünlü bir yerdi. Çok tercih ediliyordu. Öğrenci göndermek için bir sınav yapıyorduk. Sınavdan gelen parayla, yurt dışından gelen öğrencileri ağırlıyorduk. Paramız aslında sadece devlet yurduna yetiyordu. Öğrencileri istekli tıp öğrencilerinin, çoğunlukla nazımızın geçtiği yakın arkadaşlarımızın yanına yerleştiriyorduk. Üniversitenin öğrenci yurdu, oldukça yetersizdi. Ekipte arabası olan tek kişi (babama ait 78 reno) ben olduğum için ve Antalya’da yazın kalan tek kişi, gelen öğrencileri karşılama yerleştirme tanıştırma faaliyetleri bana düşüyordu. Aslında hem ingilizce pratik yapıyordum, hem de dünyanın çeşitli yerlerinde dostlarım oluyordu. Pekde şikayetçi değildim bu durumdan. Üstelik 12 Eylül gölgesinde her faaliyetinden kuşkulanılan potansiyel anarşistler olarak Tabip Odası bize bir çatı olmuştu. Aslında, tabip odası yönetim kurulu toplantılarımıza üç ay kadar bir gözlemci göndermişti. Başta biraz bozulmuştuk ama sonra saklayacağımız bir şey olmadığını düşündük. Şeffaftık. Zaten tek amacımız ileride çalışacağımız toplumu daha iyi tanımaktı. O dönemde yaşlı bir adam “ aman oğlum siyasetle uğraşmayın da neyle uğraşırsanız uğraşın “ demişti. Yaşadığı anarşi ve kaos o denli ürkütmüştü insanları demekki. Halkın da bakış açısı Tabip Odası’ndan farklı değildi açıkçası.
Her senenin başında tanıtım toplantıları yapardık. Toplantılara sivil polisler, okulda radikal görüşleri olan öğrenciler katılır, provokasyon yaparlardı. Genelde bu tür demagojilere arkadaş sohbetlerinden antrenmanlı olduğumuz için gaza gelmezdik. Sağlık ve değişim amaçlarının dışına hiç çıkmadık. Zaten başka amacı da yoktu. Aslında bu tür hevesi olan arkadaşların partilerin gençlik kollarında çalışması daha iyi olurdu. Ama o dönemde bu da yasaktı.
Birinci sınıflardan bir kız öğrenci bir ay kadar çalışmalarımıza katılmış çok da iyi performans göstermişti. Kendisinden epey ümitliydik. Sonra bir gün geldi ve bir mektup bırakıp gitti. Hatırladığım kadarıyla edebi bir dille yazılmış bir mektuptu. Arkadaşımız kompozisyon kurallarına tam olarak uymuştu. Her siyasi görüşten ama sadece sağlık ve değişim amaçları için çalışacak insanları kabul ettiğimizi çok iyi biliyordu. Ama ailesi bizi yasadışı bir örgüt gibi görmüş ayrılması için baskı yapmıştı. Amerika ve Avrupa’da artık anaokulundaki çocukları sosyal sorumluluk projelerinde çalıştırıyorlar. Üniversite ve uzmanlık sınavlarının mülakatlarında çalışılan sosyal sorumluluk projeleri de çok kıymetlidir. Ama o dönemde böyle bir saplantı vardı. Öğrenciler gibi poliste bizi potansiyel suçlu olarak görüyordu. Bir kaç kez öğrenci derneği kuruldu ama çocukları topladılar ve derneği kapattılar. Daha çok belli siyasi görüşü olan insanları toplamak için açılıyor gibiydi. Hatta Türk Tabipler Birliği bile bizim Ankara ofisini dışarı atmıştı. Neden geçinemediklerini hatırlamıyorum. Bizim gelirlerimiz daha fazlaydı. Bunu yönetmek istiyorlardı. Ankara’daki öğrenciler ise buna karşı çıkmıştı. Gerçekten de hesapların kontrolünde bir dağınıklık vardı. Bu yüzden biz de eleştiriyorduk. Ama Ankara ekibimiz çok iyi çalışıyordu. Hiç bir destek almayan bir öğrenci organizasyonu, 150 ülkeyle anlaşma yapması, türkçe ve ingilizce tüzük yazması uluslararası yaz okulu, her yıl medikal bir sınav düzenleyerek 1500 öğrenciyi yurt dışına göndermesi ve bir o kadarını ağırlaması azımsanacak bir başarı değildir. Şimdi bu işleri maaş alarak çalışan büyük bir organizasyon Erasmus programı ile yapabiliyor, üstelik sadece bir kısmını..
Bunun arkasında Ankara ekibi vardı, biz Halk Sağlığı konularında iyiydik. Çok iyi bir saha çalışması geliştirmiştik. Üç yıl sürdü. Bir yıl köy, iki yıl gecekondu bölgesi. Tamamen bağımsız ve özgündü. Sonraki hayatımızı çok etkiledi ve çok şey öğretti.
Sonuçta TTB de bize çok iyi gözle bakmıyordu. Bu yüzden Ankara Merkez ofis için bir daire satın almıştık. Yani bir daire satın alabilecek kadar zengindik. TTB Ankara ekibini kovunca, bizim açıkta kalmayıp o dönem kendimize daire almamıza çok bozulmuşlardı.
Aynı dönemde bizim tabip odasının yönetim kurulu da üç ay süreyle bir gözlemci görevlendirdi. Kadıncağız her cumartesi toplantılarımıza geldi. Sonunda anarşist eylemler planlamadığımız kanaatine vardı, yaptığı şeyin çok saçma olduğunu ve bize güvenmediği için rahatsızlık duyduğunu söyledi son katıldığı toplantıda. Bize tabip odasında tek güvenen kişi sanırım, tabip odasının 19 yaşında amatör tiyatro ile uğraşan sekreteri Erçin’di. Erçin, çok okuyan bir çocuktu ve bizim gecekondu ziyaretlerimize bile katılıyordu. Sonradan konservatuarı bitirip, tiyatro sanatçısı ve senaryo yazarı olacaktı.
Gariptir bizi en iyi anlayan ve tanıyan MİT’ti. Mutlaka her yıl toplantılarımıza bir kaç provokatör sivil polis katılır bizi epey kışkırtırdı. Ama sanıyorum onlarda olumlu bir izlenim bırakmışız. Bunu nereden biliyorum o günlerde yasadışı bir örgüt polis otobüsünü taramıştı. Polis ve polis yakınlarında çok sayıda ölü ve yaralı vardı. Çatışma çıkmış, teröristler kaçmıştı. Ertesi sabah, tam da bizim çalıştığımız iki üç haftada bir önlüklerimizi giyerek dolaştığımız mahallenin önüne iki terörist cesedi bırakmışlardı. Sanırım teröristler o mahallede saklanıyordu. Biz o günlerde de aktif olarak o mahalleye gitmeye ailelerle görüşmeye devam ettik. Ama hiç bir polis tacizine uğramadık. Halktan da olumsuz bir yaklaşım olmadı.
Toplum olarak bu coğrafyada yaşanan felaketler, karabasan kabuslara dönüşüyor. Yazıkki bunca baskıya rağmen felaketler devam ediyor.
Gençlere güvenmeyi öğrenmek ve onların enerjilerini olumlu alanlara kanalize edebilecekleri alanlar yaratmaya çalışmalıyız. Korku ile oluşturulan baskı, bu alanları daraltıyor. Korku şiddeti getiriyor. Şiddet daha fazla şiddeti.
Güven ve saygının olmadığı bir yerde sevgi ve özgürlük olabilir mi?
Gruptaki sayımız değişiyordu. Sekiz ile yirmi arasında değişiyordu. Biz neredeyse yirmi-dört saat beraber yaşayan bir onbir kişi ana omurgayı oluşturuyorduk. Öğrenci evlerindeki uzun sohbetlerimiz, hep projelerimizle ilgiliydi, tabi gönül meselelerinden sonra.
O sene UNICEF beslenme ile ilgili çalışıyor ve harika bir meslek edindirme ve kredi programı götürüyordu.
Toplantılar cumartesi sabah olurdu. O hafta ne denemek istiyorsak bunu tiyatrolaştırırdık. Örneğin el yıkama eğitimi vermek istiyoruz. Misafir olduğumuz aile bize bir şey ikram ettiğinde, aileden örneğin sabun istiyorduk. Bazı aileler sabunu yatak yüklerinin arasından çıkartıp getiriyordu. Bir keresinde de sofraya oturduğumuzda evin hanımı elimi yıkamadığım için beni uyarmıştı. İşte böyle bir noktadan sohbeti açıyor, ailenin tarzına göre öğretmen edası takınmadan, kendileri için en doğru şeyi bulmalarına yardımcı olmaya çalışıyorduk. Cumartesi toplantıları bunun provası oluyordu. Bir kişi doktor oluyordu, bir kişi hasta, bir kişi hasta yakını. Zor kişilikler, kolay kişilikler, ters insanlar, inatçı insanlar. Karakterleri değiştirerek, bir tiyatro gibi oynuyor sonra da tartışıyorduk.
Köyde çalıştığımız yıl, süt çocuklarını beşiklere bağladıklarını ve tırnaklarını kesmediklerini farketmiştik. bunun sebebini sorduğumda evin gelini “ kaynanasının öyle istediğini” söylemişti. Elbette, geleneklerin hepsi kötü değildir. Yararlı, zararlı, yararı ve zararı olmayan adetler vardır. Fakat yüzlerce yıllık damıtma ile, ihtiyaçların pragmatik çözümlerine yöneliktirler.
Tırnak kesmeme, kaba saba aletlerle bebeklerin minicik parmaklarının yaralanmasına sebep olmuş ve bu yüzden geliştirilmiş olabilir. Buna bazı yerlerde geceleri tırnak kesilmez adetini ekleyebilirsiniz. Gaz lambasının ışığında potansiyel olarak parmakları yaralama riskinden kaynaklanıyor olabilir. Ama insanlar gündüz tırnaklarını kesebilirler. Bu yüzden gece tırnak kesmeme zararsız bir adettir ve değiştirmeye çalışmak anlamsızdır. Ama artık bebekler için tırnak makasları var ve bebekler ellerini ağızlarına götürürler. Uzun tırnakların altları hiç bir zaman tam olarak temizlenemez.
Anadoluda, tarım ve hayvancılığın yaygın olduğu alanlarda, ortası boş altı çekmeceli tahtadan beşikler vardır. Tuvalet deliği gibi bir delik beşiğin ortasından genellikle elenmiş toprak konan bir çekmeceye açılır. Bu kısım yandan açılan bu çekmece sayesinde kolayca değiştirilir. Bebekler, poposu tam deliğe gelecek şekilde beşiğe bağlanır. Dışarıdan bakınca, işkence yapılıyormuş gibi gelebilir. Çocuk kusarsa, kusmuğu soluk borusuna kaçabilir. Bağlar bebeğin solunumunu etkileyebilir, kalça gelişimini bozabilir. Ama yüzlerce yıldır devam eden geleneklerin hurafelerle açıklansa bile, çok pragmatik işlevsellikleri vardır.
Anadoluda büyük çiftçi aileleri vardı eskiden. Büyük anne, büyük baba, amcalar, halalar, damatlar gelinler, çok sayıda çocuk bir arada yaşar, hep birlikte tarlada ve ahırda çalışır, hasadı da paylaşırlardı. Fiziksel güç gerektiren işleri erkekler yaparken (çoğu yerde kahvede otururlar) kadınlar temizlik, bulaşık, yemek çamaşır, hayvanların bakımı, sağılması, tarlanın çapa işleri sulama işleri gibi pek çok işe bakarlar. Buna çok sayıda çocuğun bakımını da ekleyebilirsiniz. Çocuk bakımları, daha büyük yaşlarda ki ablalarına ve evin yaşlı kadınına bırakılır çoğunlukla. Evi içinde erkekten kadına, yaşlıdan gence doğru bir hiyerarşik düzen vardır. En yaşlı erkek, en yaşlı erkek çocuk bu sistemi idare eder. Aslında öyle görünür. Aslında anadoluda en yaşlı kadın liderdir, o her şeyi bilir ve yönetir. Emir ve ceza vermek üzere en yaşlı erkeği yönlendirir. Kibele, Artemis, Meryem Ana anadoluya ait kültlerdir. Acaba Biz gizli bir anaerkil toplum muyuz? Görünüşte ataerkil ama özünde anaerkil yapısını koruyor gibi geliyor bana. Neredeyse on yıla varan hastane yöneticiliği tecrübelerim bana bir kadını ancak bir kadının yönetebileceğini öğretti. Bir kadın çalışan bir kadın yöneticinin karşısında asla ağlamaz örneğin. Erkekler kadınların karmaşık düşünce biçimlerine ve gözyaşına karşı tamamen savunmasızdırlar.
Beşiğe bağlama adeti, bez yıkamak zahmetinden kurtarır. Bebeklerin temizliğini kolaylaştırır. Yüzlerce yıldır devam ettiğine göre o gelin de dahil olmak üzere, o bebeğin kardeşleri babası, amcaları, büyük annesi ve büyük babası da bu şekilde büyümüştür. Kendilerini çok sağlıklı buluyor olabilirler. Üstelik gelin kaynana çatışması olabilecek bir konu da yaratabilirsiniz.
En çetrefilli konu ise, yüzlerce yıllık, pratik sonuçları olan bir gelenek sırf tüysüz bir tıp öğrencisi istiyor diye terk edilir mi?
Burada kırsal kesimde yetişkin davranış değişikliğinden söz ediyoruz. Bu adetin zararlarını anlamalılar, ikna olmalılar ve o derecede pragmatik ucuz bir alternatif de sunmalısınız.
Bu problemi masaya yatırdık. Bir kişi gelin oldu, bir kişi damat, kaynana ve kayınpeder rollerine de bir kişi girdi. Kaynana bizim gözümüzde çetin cevizdi. Entrika çeviriyor, sıkıştırıyor ama sonunda dediğini yaptırıyordu. Gelin de kendine göre mücadele ediyordu. Benzer yöntemlerle.. Sonsöz kayınpederindi. Oysa kayınpederin böyle durumlarda karısının sözünden çıkması pek mümkün değildir. Sonsöz onun görünse de aslında sadece sözcülük yapmaktadır. Aslında doğaçlama yaparak çok eğlendiğimiz bir kaç hafta sonu geçirdik. Sonrasında köye gittik. Babama ait 78 renoya dokuz kişi bindik, Behlül’ün motorsikletiyle beraber toplam onbir kişi. Faruk, Behlül’ün artçısı olmuştu. Kaskı yoktu, doğru dürüst montu da. Kasım yada aralık ayıydı. Faruk köye gittiğimizde uzun süre titremeye devam etmişti.
Köye ulaştık. Her öğrencinin ziyaret etmesi gereken üç aile vardı. Bahsettiğimiz ev köyün tepe sayılabilecek bir bölgesindeydi. Ev, köyün her tarafında olduğu gibi çam ağaçları ile çevriliydi. Bir ormanın içindeydi. Eve geldiğimde gelin çocukla birlikte evdeydi. Çamaşır yıkıyordu. Beşik ve tırnak kesme adetine girdim aceleyle.
“Biz sizin ziyaretinizden sonra kendi aramızda konuştuk. İki adetinde bebek için sakıncalı olduğuna karar verdik” dedi. Bebek altında bez bağlı olarak beşikte serbeste yatıyordu ve tırnakları kesilmişti.
Ertesi yıl ve sonraki yıl gecekondu bölgesinde çalıştık. O yıllarda Antalya, ülkenin en çok göç alan bölgesiydi. Özellikle doğu ve güneydoğu illerinden insanlar göç ediyorlardı. Şehrin kenar kısımlarındaki hazine arazilerine çokluk ormanlık arazilere yerleşiyorlardı. Belediye engellemek niyetiyle su ve elektrik vermiyor ama seçim dönemi tapu dağıtıyor, elektrik ve su bağlıyordu. O zamanlar, insanların sefaletine çok üzülüyorduk. Ülkenin ekonomisinin arazi rantına dayalı olduğunu zamanla öğrenecektik. Geçen senelerde o bölgeyi ve mahalleyi gezmeye gittiğimde o evlerin yerinde apartmanlar gördüm.
Çalıştığımız gecekondu bölgesi şehrin batısındaydı. Gecekondu bölgesi fakirdi, ama bu mahalle en fakiriydi. En zor ve en problemli bölgeyi seçmiştik. Hepimiz zor problemleri seviyorduk. O mahalledekilerle doğudan göç etmişti. Çoğu Türkçe bilmiyordu. Erkekler geçici, kadınlar da bulabilirlerse gündelik işlerde çalışıyordu. Çok sayıda çocuk vardı. Mahallenin ortasından bir dere geçiyordu. Derenin kenarında bahçeli derme çatma gecekondular vardı. Gecekonduların bahçelerinde dereye açılan tuvaletler ve aynı derede oynayan çok sayıda çocuk vardı. Bu mahallede, fakirlik ve sefalet vardı, doğal olarak da hastalıklar. Sekiz haftalık bir program yapmıştık, parazit taraması, tedavi yanı sıra temizlik eğitimi ve davranış biçimi ve parazit tedavisi üzerine etkisini araştıracaktık. Asıl amacımız, parazit ve kişisel temizlik ilişkisi üzerinde tartışmak, parazitlerin zararları ve kişisel temizlik eğitimi vermek istiyorduk. Ailelerden bir tanesinin tuvaleti dahi yoktu. Mahallede üçyüz ev vardı. Kötüde olsa hepsinin tuvaleti vardı. Ama bu ailenin tuvaleti yoktu. Kadıncağız onikinci çocuğuna hamileydi. Henüz otuzlu yaşlarına gelmemişti ama kırkında gösteriyordu. Siirt’in bir köyünde evlerini tarlalarını satmışlar, ellerine geçen parayla iki göz gecekondu yapmışlardı. Evin içinde neredeyse hiç eşya yoktu. Tabanı topraktı. Boy boy, bir sürü çocuk yalınayak bahçede dolaşıyordu. En büyüklerinin adı Sason’du. Anlamını bilmiyorum. Onbir, oniki yaşlarında bir kız çocuğuydu. Genç kız olmaktaydı, uzun çok güzel sarı saçları vardı. Bütün anlattıklarımızı büyük bir dikkatle dinler, annesine anlatırdı. Annesi çok az Türkçe biliyordu. Babası pazarcılık yapıyordu. Ancak karınlarını doyuruyorlardı. Çocukların hepsinde parazit tespit etmiştik. Çocuklar parazitleri bütün mahalleye yayıyorlardı. Çünkü bir tuvaletleri bile yoktu. Ailenin tuvalet yaptırabilecek parası da yoktu. Yarı aç yarı tok yaşıyorlardı.
Bütçemizin ve projemizin dışında kalıyordu. Kendi aramızda tartıştık. Eğer tuvaleti kendileri yaparsa, kullanırlardı. Önemli olan onları doğru şekilde yönlendirmek ve maddi engelleri ortadan kaldırmaktı. Biraz silkelendik. Bir S boru, bir tuvalet taşı, iki torba çimento alabilecek parayı aramızda topladık. Yakın bir yerden inşaat kumu, kazma kürek ve el arabası bulduk. Bir de ziyaret ettiğimiz evlerden birinde bir inşaat ustası hafta sonu harç ve sıva işlerinde yol gösterebileceğini söyledi. Eve döndük, Sason annesine anlattı onlardan beklediğimiz bir metre boyunda ve bir metre eninde bir çukur kazmalarıydı. Kalan kısmını inşaat ustası gösterecekti. S boru ve tuvalet taşını nasıl yerleştireceklerini, tahtalarla tuvaleti nasıl çevreleyeceklerini anlattık. Hatta çok basit bir dille yazılmış bir çizim de bıraktık. Kadın boş zamanlarında kocası da hafta sonu, çukuru kazabilirlerdi.
Eğer çukuru kazarlarsa, kendimizi başarılı görecektik. Kendi yaptıkları tuvaleti kullanacaklardı. Sason yanakları kızararak “tamam” dedi ve annesine anlattı. Kadın da tamam anlamına gelen bir işaret yaptı. Sason’un böyle utangaç bir gülümsemesi vardı. Yanakları kızararak ve gözlerini kaçırarak gülümserdi. O sefaletin içinde nasıl hayalleri olduğunu çok merak etmişimdir. Okuyup öğretmen olmak istiyordu, dersleri iyiydi. Gözlerinden, kurduğu hayallerini umutlarını öğrenmek isterdim. Bütün çocukların özellikle kız çocuklarının hayallerinin gerçekleştirilmesi için çaba harcanmalı. Gerçekleşemeyecek diye hayal kurmayı bırakan yetişkinlerden olmamaları için.
Hayallerini ve umutlarını kaybetmiş bir toplum, dünyayı daha güzel bir yer yapamaz. Umutsuz insan bencilleşir.
Sason da umutlarını kaybedecek miydi? Hayalleri nereye kadar uzanıyordu? O ne kadarının peşinden gidebilecekti?
Güzel gözlerinde, bu soruların cevaplarını arardım. Fazla konuşmazdı. Kısa cevaplarla geçiştirirdi. Vedalaştık ve ayrıldık. Çimento torbalarını, tuvalet taşını babamın 78 renosu ile taşıdık, Faruk ve ben.
Dönüşte yol boyunca hiç konuşmadık Faruk’la. Biz de öğrenci olduğumuz için sefalet içindeydik. Fakat bu sefalet bizim bile gücümüze gitmişti. Katıksız, bir parça ekmekle doymaya, dilini yolunu yordamını bilmedikleri bir yerde yaşama tutunmaya çalışıyorlardı. Daha sonra askerliğimi yaptığım Ağrı’da ve gönüllü olarak deprem sonrası çalıştığım Pakistan’da, gücümüze giden bu sefaletin lüks sayılacağını öğrenecektim.
İki hafta sonra tekrar gittik Faruk’la. Çocuklar yalınayak dışarıdalardı. Sason dışarıdaydı. Bizi görünce her zaman gülümserdi, yanımıza gelirdi ama bu sefer içeri gitti ve annesini çağırdı. Avluya girdik. Tuvalet taşını duvara yaslamışlardı. Tuvalet nerede diye sorduk. Kadın yan tarafı gösterdi. Otuz santimlik bir çukurun etrafına çuval germişlerdi. Çimento nerede dedik, kadıncağız cevap vermedi. Israr edince içeri girdi, biz de arkasından girdik. Yeri gösterdi. Anlamadık. Çimento ile toprak olan evin tabanını sıvamışlardı. Faruk’la birbirimize baktık, bir şey söylemeden evden ayrıldık. Bizim için sarsıcı bir deneyimdi. İnsanların önceliklerini kavramadan yapılan planların ne kadar içi boş olduğunu öğrenmiştik. Toprak bir zeminde yaşamak tuvaletten daha önemliydi. Bir toplumun nasıl olması gerektiğini çok iyi biliyorduk. Nasıl olmaması gerektiğini de. Cahil (?) olduğunu düşündüğümüz ve eğitmeye gittiğimiz insanlar öğretmenlerimiz olmuştu.
Aradan bir kaç ay geçti. Bahar bütün güzelliğiyle gelmişti ve her sene olduğu gibi kenti portakal çiçeği kokuları sarmıştı. O zamanlar henüz betonlaşmamış çevredeki portakal bahçelerinin polenleri kentten denize doğru esen ve denizden kente doğru esen rüzgarla yayılıyordu. Mutluluktan delirir insan..
Bizim toplantılarımız ve gecekondu ziyaretlerimiz devam ediyordu. Aslında proje ile alakasız bir şekilde, yaşadığımız mahallelerden kullanılmış kıyafetleri topladık. Onları yıkadık, kutuladık ve bizim renoya yükleyerek gecekondu bölgesinin yolunu tuttuk. Mahalleye dağıldık. Biz de Sason’ların evine gittik. Çocuklar heyecanla kutunun etrafına doluştu. Sason pembe bir bluz ve mavi tülden bir etek seçti, koşarak eve girdi. Dışarı çıktığında bir prenses gibi gözüküyordu. Yanakları kızarmıştı. Birden gülüverdi, derme çatma iki göz gecekondunun önünde o gülünce her yer kasımpatları, papatyalarla doldu sanki. Bütün kardeşleri kendilerine uygun kıyafetler giymişlerdi, gülüyorlardı.

Birlikte fotoğraf çektirmek için toplandık. Faruk fotoğraf çekiyordu, bende neredeyse 1,5 metreyi bulan kollarımın altına 11 çocuğu sığdırmıştım, Sason en uçtaydı. Hepimiz gülümsedik, fotoğraf çekildi. Birden bir şey oldu. Sason sol elimi kendi omzundan aldı, hiç kimsenin görmediği bir anda avucumun içine küçük bir öpücük kondurdu. Sonra da yüzüme bakmadan koşarak eve girdi.
Hayatımın en güzel hediyesiydi…

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s