Kaybolmuş Hekimlik Ercüment Tarcan

Bir meslekdaşımın dizeleriyle başlamak istiyorum.
Sorgusunu yapıyorum düşmenin..
Vurmadan yere, dibe beş kala..
Tanrı’nın yeryüzündeki çocukları, hekimlerin…
Ne olmaları gerektiğini anlatmanın başka yolu kalmadığı için,
Kaybolmuş Hekimliği yazıyorum…
Gerçekten de kaybolmuş hekimliği yazmanın zamanı bence. Çünkü benim neslim, kaybın başladığı yıllarda bu mesleğe atıldı. Gerçek anlamıyla bu mesleğin mensuplarından olmanın gururuyla… Mezun olduğum yıl ülkemizde hekim sayısı 20 bin civarındaydı. Şimdi, aradan geçen ve bana 100 yıl gibi gelen 40 yıldan sonra hekim sayısı 120 bini geçti.
1980 yılı civarındaki ekonomik kriz nedeniyle, margarin ve sigara için kuyruklara girildiği, petrol ürünleri sıkıntısı nedeniyle resmi dairelerin bile kalorifer yakıtı bulmakta-almakta zorlandığı dönemlerde, pek tabii ki kriz, sağlık sektörünü de etkilemişti. O zamanki döviz kuruyla 500 Amerikan Dolarına bile zar zor karşılık gelen maaşla çalışmaya başlamıştık. Maaşın yarısı kira ve ulaşıma gidiyordu. İthal olduğu için sütür materyellerinin bile zor bulunduğu ameliyathanelerde, tuhafiyecilerden temin edilen makara ibrişim, 20 şer cm.lik kesilerek rulo yapılıp steril edilerek, cilt kapamada kullanılıyordu. Meslek hayatım boyunca gördüğüm ipek fistüllerinin %90 ından fazlasını bu dönemde görmüş olmamın sebebi muhtemelen budur. Laboratuar bu kadar teşkilatlı değildi, tetkiklerin çoğu bakılamıyor, bakılabilenlerin sonucu çok geç çıkıyordu. Örneğin akut pankreatit düşündüğümüz bir hasta için gece serum amilaz seviyesi baktırabilme olasılığı yoktu, gündüz bile sonuç 24 saatte çıkardı. Ultrason asistanlığımın ikinci yılında radyolojiye girdi, fakat sıra alabilmek büyük sorundu. Tomografi ve MR ın daha adı bile yoktu. Monitör yokluğu nedeniyle fibrilasyon riski olan bir hastayı, elim nabzında 6 saat izlediğimi hatırlıyorum. Kollarım uyuşmuş, omuzlarım ağrımıştı. Günaşırı nöbetlerde, çoğunlukla gün doğuşunu acil ameliyathaneden karşılardık. 72 saati 2 saat uykuyla geçirdiğimiz ve eve hangi yoldan, hangi vasıtayla gittiğimizi hatırlamadığımız günler sık olurdu. Yakınmazdık…
İşte bu yıllarda Polonya’da National Geographic dergisi’nin fotoğrafçısı James L.Stanfield tarafından çekilmiş olan ekteki fotoğraf ruhumuzu yansıtıyordu sanki. Fotoğraf, 1985 yılında Polonya’lı Kalp-Damar cerrahı Prof.Zbigniew Religa’nın 24 saat süren ilk başarılı kalp nakli ameliyatından sonra, bir tabureye çökmüş vaziyette hastanın kalp ritmini gururla izleyişini ve asistanın bitkin vaziyette ameliyathanenin köşesinde yığılmış uyuyuşunu yakalıyor.
Bu fotoğraf 1987 yılında National Geographic dergisi tarafından yılın fotoğrafı seçilmiş.
Olanakların sınırlı oluşu bizi anamnez ve detaylı fizik muayene ile duyularımıza güvenmeye alıştırmıştı.
Hastanın yüzüne bile bakmadan bilgisayar başında, “Ne şikayetin var?” diye sorup “Karnım ağrıyor.” cevabını alınca, hemen BT kodlayıp, hastanın eline kağıdı uzatarak “Git şunu çektir gel.” diyen bir nesil değildik. Hastaya dokunmayı öğrenmiştik, bedenine ve ruhuna… Empatiyi öğrenmiştik. Bir ritüeldi sanki, hastayı sorguya çekmek ve muayene etmek, dedektif titizliğiyle bulduklarımızı yorumlamak ve sonuçlara ulaşmak…
Sayımızın az oluşu bizi birbirimizi korumaya da alıştırmıştı. Hepimiz diğerimizin kıymetini bilir ve takdir ederdik. Evet, acımasızca eleştirirdik bazen bize hata gibi gelen uygulamaları, olgu sunumlarında, mortalite ve morbidite toplantılarında… Ama dışardan biri bir meslekdaşımıza söz söylemeye kalktığında onu korur ve savunurduk. Çünkü hepimiz yola çıkarken, asla galip gelemeyeceğini, eninde sonunda mağlup olacağını bildiği bir düşmanla – ölümle – savaşmaya gittiğini bilen, fakat bir an bile yegane silahı olan bilgisini terkedip mücadeleden kaçmayı aklına bile getirmeyen bir ordunun savaşçıları, cephe arkadaşlarıydık. Kapalı kapılar arkasında birbirimize yaptığımız acımasız eleştirilerin temelinde yatan amaç aslında bundan sonraki savaşlarımızda daha güçlü ve donanımlı olabilmeyi, mükemmele yaklaşabilmeyi sağlamaktı. Uykusuz gecelerimizi, ekmeğimizi, suyumuzu, gözyaşlarımızı, korkularımızı, sırlarımızı paylaştığımız ve “meslekdaşlarım kardeşlerim olacaktır.” yeminiyle bağlanmış insanlardık.

Daha henüz Rektör, Dekan, Anabilim dalı başkanı seçimleri için kamplara ayrılma, adam kayırma, başhekimlik vesair mevkiler için siyasi kadroların gözüne girme kaygıları nedeniyle meslekdaşlarını harcama gibi kirlenmeler başlamamış, yaygınlaşmamıştı. Mesleki hiyerarşimiz, kıdem ve liyakat ön plandaydı. Siyaset ve makam hırsı, hekimleri birbirinin kuyusunu kazar, arkasından konuşur hale getirmemişti.
Son derece masum ve romantik bir yaklaşımdı bizimkisi o zamanlar. Henüz sağlıktaki ticarileşmenin, devlet hastanelerini bile kar etmesi şart olan ticarethaneler, hastaları müşteri olarak gösteren son düzenlemeler ile heryere bulaşmadığı, parayı seven birkaç meslekdaşımızın muayenehane hekimliğinin de adının kötüye çıkmasına sebep olan bazı hoş olmayan uygulamaları dışında 20 bin hekimin belki 19 bininin mütevazi yaşamlarını sürdürdüğü dönemlerdi. Performans uygulamalarıyla, hekimin gözünün yanındaki meslekdaşının cebine giren parada olduğu dönemleri görmemiştik henüz.
Ölümü evcilleştirmiş, insanın ölümsüz olmadığını, ölümlerin de doğumlar gibi yaşamın ayrılmaz bir parçası olduğunu anlamıştık. Hastalarımızın elimizden bir şey gelmeyeceğini anladığımız anlarda, sadece ağrılarını ve sıkıntılarını hafifleterek, sevdiklerinin gözlerine bakarak, onların ellerini tutarak sonsuzluğa uğurlanmalarını sağlardık. Soğuk yoğun bakım yataklarında, boğazlarında suni solunum cihazına bağlı bir tüple, şuurları kapalı, sanki ölmek utanılacak bir şeymiş gibi yakınlarının gözünden uzak tutarak bir kaç saat daha fazla yaşatmak moda olmamıştı henüz. Bu moda sayesinde hastaneler yoğun bakım ünitelerinden astronomik karlar elde etmeye de başlamamıştı.
Eğer bir tedavinin uygulanması, istatistiksel olarak hastanın ömründe 4 haftalık bir uzamayı sağlayacak, fakat bu tedavinin uygulanması için hasta belki bunun iki katı kadar süreyi hastanelerde ızdırap çekerek geçirecekse, bu tedaviyi uygulayıp uygulamamayı hasta yakınlarıyla birlikte sorgulayabilen, hekimlik nerede bitiyor, humanizma nerede başlıyor ayrımını elinden geldiği kadar yapan belki de son nesildik biz. Yanlış anlaşılma, mahkemeye verilme vesair korkularımız yoktu. Çünkü henüz siyaset ve para bulaşmamıştı mesleğimize. Popülist uygulamalarla, mesleki saygınlığımız halkın gözünde düşürülmemiş, halkın bilime ve bilim insanlarına güveni ucuz televizyon programlarıyla yokedilmemiş, cahil insanlar hastalarına yardım etmeye çalışan hekimine sille tokat saldıracak kadar eğitimsiz bırakılmamış, bilenmemiş, duyarsızlaştırılmamıştı. Nitelikten çok niceliğe önem veren devlet politikalarıyla, doğru dürüst öğretim üyesi bulunmayan yeni tıp fakülteleri açılmamış, daha hekimliğin felsefesini kavrayacak kadar olgunlaşmamış genç arkadaşlarımız hekim yetiştirme gibi ağır bir sorumluluğun altına itilmemişlerdi henüz o dönemlerde. Sonradan, doktor ünvanı taşıyan kişi sayısı arttı ama bu artış hekim sayısına çok az yansıdı. Bu da sorunları daha da büyüttü.
Yıllar yılları kovaladı. Tıp fakültesine adım atışımın 45. yılına geldiğimin farkına vardım. Bu yıllar içinde Genel Cerrahi uzmanlığımı aldım, bir Eğitim ve Araştırma Hastanesinde, önce başasistan, sonra Şef yardımcısı, sonra Şeflik ünvanlarını SINAV’la kazandım, Cerrahi Onkoloji yan dal uzmanlığımı aldım, Doçentlik sınavını kazandım, Avrupa Cerrahi Board’unu aldım. Artık sayamadığım sayıda yayınım, kitap bölümlerim, bir klasörün içinde muhafaza ettiğim katılım, teşekkür belgeleri ve sertifikalarım var ve binlerce sınava girdim. Sınavların bitmediğinin ve her gün, her hastanın başında verdiğim kararların da aslında birer sınav olduğunun farkına vardım. Yarım yüzyıldır çalışmak bir ibadet gibi oldu benim için, rahatlatan ve huzur veren…
Bu arada 663 sayılı kanun hükmünde kararname çıktı ve Klinik şeflikleri kaldırıldı. Ünvanım Eğitim görevlisi olarak değişti. Klinik şefi olduktan sonra ilk gününden son gününe kadar uzmanlık eğitimini yanımda tamamlamış olan bir kardeşim, başasistanım olarak devam ettirdiği mesleki yaşamında önce Doçent, sonra da benim yanıma ikinci Eğitim Görevlisi olma hakkını kazandı ve beni Hocaların Hocası yaparak onurlandırdı. Bir çok talebem, yurdun dört bir yanında başarılı mesleki uygulamalarıyla, fakat yanı sıra duruşları ve felsefeleriyle Birinci Cerrahi’yi çok güzel temsil ettiler.
Hastanem yeni kurulan bir üniversiteyle afiliye edildi. Ben ve benim gibi kurumda yıllardır çalışan bir çok meslekdaşım, bu üniversitenin öğretim üyeleri olmaya layık görülmedik ancak üniversitenin öğretim üyeleri sayıca yetersiz olduğundan Tıp Fakültesi öğrencilerinin de eğitiminde hem teorik, hem pratik derslerinde faydalı ve yeterli olabileceğimiz düşünüldü ve bu vesileyle Tıp öğrencilerinin eğitimiyle de mesleki yaşantım taçlanmış oldu.
Bu arada farkına vardım ki, 162 yılı geçen hastane tarihimizde bilinen ilk Birinci Cerrahi Klinik Şefi Mustafa Enver bey iken, son Birinci Cerrahi Klinik şefi de ben olmuşum. Tıpkı “Son Samuray” ya da “Mohikanların sonuncusu” isimli unutulmaz eserlerdeki gibi bir duygusal yük yükledi omuzlarıma bu gerçek.
Bu yazıda kaybolmuş hekimliğin izlerini bulacaksınız. İlerde bir gün, modern tıp uygulamalarının çok gerekli ama tek başına yeterli olmadığı anlaşılırsa, insanın insana ruhuyla dokunduğu günler aranır hale gelirse, belki birileri merak edip okuyacaktır eski hekimlerin fikirleri ve deneyimlerini..
Sağlıkla kalın…

Doç.Dr.Ercüment Tarcan
11.08.2018 İzmir

İzmir’in çok sevilen hekimlerinden değerli ağabeyim Ercüment Tarcan’ı kaybettik. Kendisini rahmetle anıyor, sevenlerine sabırlar diliyorum.

Kaybolmuş Hekimlik Ercüment Tarcan” üzerine 2 yorum

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s