Mavi

Uzaydan baktığımızda biricik yuvamız, dünyanın rengi mavidir. Başka galaksilerde yaşayan akıllı canlılar var ise muhtemelen keşfettiklerinde, dünyaya, mavi gezegen ismini vermişlerdir ya da dalga boyunu ifade eden bir sayı vermişlerdir gezegenimize isim olarak, kimbilir?

Ekvator‘a gittikçe daha belirginleşen denizlerin rengi de bu maviden gelir. Aslında su saydamdır. Ama atmosferin rengini alıyor denizler.

Mavi benim hayran olduğum bir renktir. Sebebini bilmiyorum. İlk kez Antalya’da denizi gördüğümde o renge ve Akdeniz’in o engin, genişliğine hayran olmuştum. Sonsuzluk duygusu yaratmıştı bende. Bilinmez bir enginlik ve genişlik. Saatlerce seyrettiğimi hatırlarım. Bir çeşit meditasyon gibi. Ben üniversitede okurken, şehre girişin olduğu bir tepeden bakan bir hastanemiz vardı. Hastane aslında bir dönem, verem hastalarının tedavisi için ormanın içinde kurulmuştu. Geniş balkonları bu manzaraya bakardı. Verem hastaları bu her an değişen muhteşem manzarayı seyrederken, çam ağaçlarından gelen oksijen ile iyileşsinler diye düşünülmüştü sanırım.

Deli Ziya!

Hastanenin arkasında aniden derinleşen bir uçurum vardı. Bu uçurumun ucunda da bir kocaman kaya. Yaz kış bütün merakım o kayaya oturmaktı öğle saatlerinde. Paltomun cebinde o gün okuduğum kitabım olur, öğle arasının bir kısmını kitap okuyarak ama genellikle sürekli değişen o muhteşem manzarayı seyrederek geçirirdim. Arkadaşlarım “Deli Ziya” diye dalga geçerlerdi. Pek de haksız sayılmazlardı. Bir mizah dergisinin karikatür karakteri, kendi mahallesinin delisi Ziya, bir taşa otururdu. O taş onun eviydi. Benim içinde o taş öyleydi. Pek de akıllı biri sayılmam. Deli olmayı bir iltifat olarak görmüşümdür hep. Zaten o taşın üstüne oturduğumda yarım olan aklım da başımdan giderdi.

Bir gün yağmur yağar, önümde yemyeşil bir orman denizi, hepsi masmavi bir başka denize doğru uzanır. O mavi deniz ufukta biraz daha açık, soluk başka bir maviye karışır. Kucaklaşırlar. Karışırlar. Renkten renge girerler. Birden o yeşil ve mavi denizi beyaz bir sis kaplar ve o kayanın üzerinde sanki bulutların üzerinde uçuyormuş hissine kapılırsınız. Sonra birden güneş açar ve ruhunuzu ısıtır. Deniz koyu bir maviye döner, yeşil daha koyu bir yeşile, renkler keskinleşir.

Sonra bulutlar geçer sıra sıra…

İnsan nasıl aklını başında tutabilir ki? Şairin dediği gibi “deli eder insanı bu hava, deniz”.

Nefes

Derin bir nefes alır bir süre tutardım. Sonra yavaşça verirdim.

İşte yaşıyorum.

Hayat bir büyük armağandır. Aynı zamanda büyük bir ceza. Siz nasıl görmek isterseniz öyledir.

Bir nefes alımlıktır hayat! Derince alırsınız, gözlerinizi kaparsınız. Sonra açar nefesi verirsiniz. Biter. O arada gördükleriniz hayatın kendisidir.

Kısa, sonlu.

Kısalık ve sonluluk görecelidir. Uzaydan samanyolu galaksisine, oradan güneş sistemine, dünyaya, kıtalara, yaşadığınız ülkeye, şehre doğru gelseniz ve sizi yakalasa görüntü, bu büyüklüğün içinde küçüksünüz. Sonra sizi organlarınıza, hücrelere, hücrelerin parçalarına, yapı-taşlarına, atomlara ve elektronlara parçalasa, o zaman büyüksünüz.

Bir saniye, bir an. Algıladığımız en küçük zaman dilimi. Çok kısadır. Ama milyarlarca parçaya bölünebilir. O parçaları içinde ise büyük bir zaman dilimidir.

***

İnsan ömrü, dünyanın 4,5 milyarlık yaşı karşısında çok kısadır. Ama bir kelebeğin bir günlük yaşamı için ise çok uzun.

Bir kelebeğin yaşamı bir gündür. Ama bir gün 24 saat, 86400 saniye eder.

Bir nefes sıhhat!

Corona salgınının bütün benliğimizi kapladığı ve kendimizi büyük bir felaketin içinde hissettiğimiz bu günlerde ne kadar önemli olduğunu anladık bir nefes sıhhatin. 2005 senesinde Pakistan’da Kızılay çadır hastanesi’ne başhekimlik yapmıştım. Depremde 100 bin insan ölmüştü. Ben afetlerden sonra görülen salgın hastalık fazında oradaydım. Vektörlerin kırılması işini birleşmiş milletler aracılığı ile bir pakistanlı generalin başkanlığında yürütüyorduk. Bölgedeki bütün kamplar düzenli olarak çarşamba günleri toplantıya geliyordu. Vektör varlığı konuşuluyordu. Vektör: bir kampta görülen öldürücü enfeksiyon hastalığa sahip kişilere deniyor.

Zaten beslenmesi bozuk çoğu köylerinden gelmiş bir anlamda mülteci olan ve çadırlarda yaşayan bu insanları hızla öldürüyordu bazı (çoğunlukla basit) infeksiyon hastalıkları. Dolayısıyla bu hastaların hemen kamplardan alınıp izole edilmesi gerekiyordu. Bir çeşit karantina yani. O bölgede kırım Kongo ateşi endemikti. İki tane şüpheli vektörü kamplardan almıştık. Bir çadır kurup yoğun bakıma dönüştürmüştük. Orada onları karantinaya aldık. Benim harika ekibim bu insanlara bakmaya gönüllü olmuşlardı. Belki de öleceklerini bile bile. Bir tanesi bebekti, annesi kalmak istemişti çadırda. Ateşinin yüksek olduğu iki gece boyunca başından ayrılmamıştı annesi. Ona sarılarak sabahlamıştı.

Gündüzleri idari işler oluyordu. Toplantılar açılışlar, geceleri ameliyat yapıyordum. Gece saat 11 gibi işim bitiyordu. Sonra kampı dolaşıyordum. Kadın ve erkek koğuşu olan iki büyük çadırımız vardı. Bir de yoğun bakım gibi kullandığımız karantina çadırları. Hepsini dolaşırdım. Çoğu uyuyan hastalar.. Hastaların başında uyumayan sağlık personeli. Karantina çadırında bu tehlikeli işi yürüten, ölümü göze alarak çalışan benim cefakar arkadaşlarım. Hastalar ve ölümü göze alacak kadar onları seven yakınları.

3200 metrede bir aile!

Bir vektörden bahsettiler, dağlarda bir köyde anne, büyükanne ve bebek pnömoni (pnömoni: Zatürre demektir, akciğerlerin iltihaplanması) vakası. Bizim hastanemiz Muzaffarabad’da idi 600 metrede. Bir minibüse doluştuk, cefakar dostlarla. Kıvrılarak giden toprak yolda yavaş yavaş ilerledik. 3200 metrede bir dağ köyüne vardık. İki göz oda, bir odada hayvanlar bir odada insanlar yaşıyordu. Tek odada bütün aile. Kadınlar erkekler çocuklar. Kadın ve bebek yürüyebiliyordu. Ama yaşlı kadın yürüyemiyordu. Sevgili kardeşim Alparslan (Can) kucağına aldı yaşlı kadını, ben söylemeden, hangi enfeksiyonu taşıdığını bilmeden (aldığı riski bilerek) patikadan aşağı indirdi sessizce. Arabaya kadar. Sonra aşağıya indik. Aile için başka bir çadır kurduk ve onları bir süre karantinaya aldık. Yukarıda bıraksak belki bütün köyün hayatını tehdit edecek bu durum böylece bertaraf edilmiş oldu. Sonradan iyileştiler ve köylerine kadar bir başka ekip onları götürdü. Yaşlı adamın dilimizi bilmeden elleriyle dua ederek bize teşekkür edişini hatırlıyorum. Daha doğrusu unutamıyorum.

Afetler ve doğa ana

21. Yüzyıl afetler, terörizm ve çevre kirliliği sorunları ile geçecek gibi görünüyor. Salgınlarda afet sayılır. Bir dalga olarak gelir. Yıkar ve geri çekilir. Zayıfları öldürür. Dirençliler ve adapte olabilenler hayatta kalır ve salgın biter.

1999 depreminde gönüllü olarak Sakarya’da çalışmıştım. Afetler konusunda (ben dahil) toplum olarak o kadar bilgisiz ve hazırlıksızdık ki. Sonraki hayatımın 9 yılını afet öğrencisi ve eğitmeni olarak geçirdim. Tatbikatlar, toplum eğitimleri, gönüllülerin eğitimi, devletin içinde sistem organizasyonu. Hatta işi NATO için bölgesel danışmanlık ve toplantılarda temsilcilik düzeyine kadar götürdüm.

Hayretle gördüğüm şey şudur. İnsanlar sadece afetler yıktığı anda, dalga geldiği anda bununla ilgileniyorlar. Siyaset adamları ve bürokratlarda toplumun ilgisi ile paralel olarak bu konuya yoğunlaşıyorlar. Sonra…

Unutuluyor.

Her şey.

Hayat devam ediyor ve aynı hatalar, afetin yıkıcılığına neden olacak şeyler tekrar tekrar yapılıyor. Aynı yerlere evler yapılıyor, zemini uygun olmayan yerler imara açılıyor. Karşı çıkan bir avuç bürokratın üzerine gidiliyor. Sürgünler, cezalar..

Bir sonraki afete kadar. Sonra herkes hep bir ağızdan devleti, yetkilileri suçluyor. Oysa hepimizin sorumluluğu var bu işlerde.

***

Bazı romantikler doğa ana intikamını alıyor diyor. Doğa ana intikam alacak olsa, biricik yuvamızı kendi yaşam kaynaklarımızı, havayı ve suyu kirletmemizi, bize yararı olmayan canlı türlerini acımasızca ve umursamaz bir şekilde yok edişimizi sert bir şekilde cezalandırırdı. Ancak doğa ana bununla ilgilenmez.

O sadece yoluna devam eder. Biz onu yok etsek de kısıtlı olanakları ile adapte olur. Gün gelir bir tesadüf bizim sonumuzu getirir. Belki bir göktaşı, belki bir salgın hastalık.

Ama o kalan evlatları ile yoluna devam edecektir. En son buzul çağında canlı türlerinin % 80’i ortadan kalkmıştı. Milyonlarca yıllık dinozorların egemenliği sona ermişti. Doğa ana kendini toparladı. Sabırla. Güçlü olanlar, yani bu şartlara adapte olabilenler hayatta kaldı, gelişti ve çeşitlendi. Sonra insanoğlunun çağı başladı. Elbette bu da bir gün bitecektir.

Tıpkı bir nefes alıp verişimiz gibi.

Mavi

Oksijenin rengi soluk mavi imiş. İşte gezegenizimin renginin kaynağı. Bu dünyada hayatın kaynağı gezegenimizin renginden geliyor. Aynı zamanda oksijen kimyasal gücü sebebiyle paslanmanın da kaynağıdır. Tıpkı demiri oksitlemesi gibi, hücrelerimizi de oksitler. Hem enerjinin yani gençliğin aynı zamanda da yaşlanmanın kaynağıdır.

Dünyanın kendi etrafında dönüşü “Si” notasını çıkartıyormuş.

Sessizliğin se”si”.

Mavi gezegen, sessizce dönecek.

Kendi şarkısını söyleyecek.

Siz de kendi şarkınızı söyleyin.

Bir nefes ömrünüz sıhhat içinde geçsin.

***

Prof. Dr. Gökhan Akbulut, FEBS

Genel Cerrahi Uzmanı

Kanser Cerrahisi, Gastrointestinal Cerrahi

***

“ Bir erken ölüm olasılığı ile karşı karşıya olduğunuzda yaşamın yaşanmaya değer olduğunu ve yapmak istediğiniz bir çok şey bulunduğunu kavrarsınız” Kara Delikler ve Bebek Evrenler-Stephen Hawking

14 Mart 1879: Albert Einstein’in doğum günü. Genel Görelilik kuramını ortaya atmış, bu kuramın içeriği bilgisayar simülasyonları ile onlarca yıl sonra insanlık tarafından anlaşılabilmiştir.

Bu yazı İzmi Gazetesi’nde 14 Mart 2020 tarihinde yayınlanmıştır.

https://www.izmirgazetesi.com.tr/mavi-gezegenin-mavisi-nereden-geliyor-makale,190.html

Mavi” üzerine bir yorum

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s